İyi bilen aldanmaz

Türklerin İslam'a giriş sürecini iyi anlamak lazımdır. Devamlı hareket halindeki konar göçer topluluklar için öncelikli iki husus vardır: Karşılaştığı insanı, çevreyi tez anlayacak ve işine yarayanı alacaktır. Aldığını kendine benzetirken kendisi de ona benzeyecektir. Türk inanış geleneğinin Müslümanlıkla tanışma sürecinde girdiği kisve, kendisi kalarak aldığı şekil bu cümlelerin açılmasıyla anlaşılabilir. Mezhepler tarihinin büyük otoritesi Prof. Dr. E. Ruhi Fığlalı, Alevîlik Bektâşîlik kitabının giriş bölümünde bu gerçeği net bir cümleyle veriyor: "Esasen Anadolu Alevîliği veya Kızılbaşlığında görülen unsurların hemen tamamına yakını, Türklerin Batı'ya yürüyüşleri sırasında içinden geçtikleri coğrafya ve kültürlerden birtakım izler taşımasına rağmen, özü itibariyle Orta Asya gelenek, görenek ve inanışlarının İslâmî bir mahiyet ve manaya büründürülmeye çalışılmış tezahürlerinden başka bir şey değildir(5. baskı, 8. s.). Bu cümleye düştüğü nottan anlıyoruz ki genç yaşta kaybettiğimiz büyük sosyoloğumuz Doç. Dr. Mehmet Eröz ve onlara göre genç, yakın zamanın önemli bilginlerinden Prof. Dr. A. Yaşar Ocak dostumuz da aynı görüştedir. Aklın gördüğü Alevî-Bektâşî çizgisine itibar edişimiz doğrudan doğruya bu gerçekliktendir. Türk'ün yaşayışı, hazır kalıplar halinde Arap'tan, Acem'den aktarılan yaşama şekillerine benzemez. Kendi hayatımız içine dâhil ettiğimiz o şekiller değil, var olan temel prensiplerin devamlılığıyla kaynaşan bir özdür. Geçen hafta bu konuyu yazmıştım. Heyecanla karşılayanlar ve fikirlerime katılanlar çok oldu. İtiraz edenler de vardı. Her birine teşekkür ederim. İtirazları bilmek gerekiyor. Çoğu, yaygın görüntülerin din sayıldığı, kalıplaşmış kabuller içinden konuşanlar. Din bizim dediğimizdir deyip kestirip atan, hakarete varan sözlerle ayar vermeye, korkutmaya, ürkütmeye, susturmaya çalışanları geçtim. Dolu-boş, diğer itirazları ciddiye alıyorum. Şu örnek her zaman aklımdadır: Hazreti Peygamber, yeni Müslüman olan birine sahabeden birinin Kur'an öğretmesini ister. O zat, "Kim zerre kadar iyilik etmişse onun karşılığını görür. Kim de zerre kadar kötülük işlemişse onun da karşılığını görür." ayetini duyunca ayağa kalkar. Görevli sahabe "Dur daha bitmedi" deyince, "Ben bunu bir halledeyim" der ve gider. Kaynaklar, bunu duyan Peygamber'in, "O fakih oldu" dediğini naklederler. Yani en yüksek hukukun felsefesini yakalayan kişi. Yani, hayata yön verecek ölçülere ve özün özüne yol alma bilincine eren kişi. Dikkatinizi çekerim, burada şimdikiler gibi Kur'an'ı yüzünden, anlamadan okumakla yetinmek yoktur. Papağanlık değil, bilmek-anlamak esastır. Kitap "Düşün!" der Arab'ın kendi dilinde anladığını başka milletler de kendi dillerinde anlayacaklardır. "Anlamak"tan bahsediyorsak başka türlüsü olamaz. "Bu dediklerin bugüne hiç uymuyor" diyorsanız, doğru iz üzerindesiniz. Tam burada yaygın bir aforizmayı değiştirerek kullanmanın yeridir: "Din, ilahiyatçılara, Diyanet'e ve cami adamlarına bırakılamayacak kadar ciddi bir konudur". Başta kültürle meşgul olanların, sonra hepimizin bu konularda diyecekleri ilahiyatçılar için de önemlidir. Bir daha söyleyeyim: Din, birilerinin tekeline verilmiş değildir. O hak kimsede yoktur. Hayrettin Karaman'ın, bugünkü Diyanet'in bir yerlerin isteğine bağlı yorumları din oluyorsa orada ayrıca problem vardır. Biz, bunu görür ve söyleriz. Kitabın dediği gibi sorar, sorgular, anladığımızı ve benimsediğimizi yaşarız. İşin başı ve sonu ahlâktır, ona bakarız. Halkımızın yüzyıllar içinde bulduğu formülü burada birkaç kere yazmıştım: "Hocanın dediğini tut,