Düşündüklerimizi konuşmanın zamanıdır

Bu memleket sürprizlidir. Bu sözü son zamanlarda sık tekrarlıyorum. Evet, kimse içinde bulunduğumuz dağınıklığa, sahte din hipnozunun canımıza okur görüntüsüne bakıp aldanmasın! Parça bölük görünüşümüze de aldanmasın! Tepedekilerin cephe siyasetine, bölücü hinliklerinin tutar gibi olmasına da aldanmasın! Bizi böyle alt ettiğini veya edeceğini sananlar aldanmasınlar. Bu memleket, hiç beklenmedik bir zamanda, bu tür oyunbazların defterini dürmek için başını kaldırır. Tabii o silkinme gününe kadar başımız çok ağrır. Nitekim ağrıyor. Bütün derdimiz bu durumlara düşmeme uyanıklığını nasıl devamlı hale getireceğimizdir. Asırlardır böyle bocalıyoruz. Sebebi içerdeki kırılganlıklardır. Gittikçe, insan kalitemizin yetersizliği, psikolojik donanım eksikliği ve sosyal sermayemizi kemiren güven bunalımları içinde kıvranır hale geldik. Bunları sıralayıp geçmek olmaz. Erbabı bir bir açacak ve anlamamızı sağlayacaktır. Kayıplarımız çok. Fakat her şeye rağmen bu memlekette istenen kesin ayrışma yaşanmadı, yaşanmıyor. Zayıf sandığımız hallerimize rağmen ne kadar sağlam olduğumuz da ortada. Başa getirdiklerimizin dahi kamplaşmanın liderliğini ettiği düşünülürse şaşılacak bir sosyal dayanıklılıktır. Düşmanlaştırdıklarını sanıyorlar, bazı bakımlardan başarılı da oluyorlar. Fakat milletin bin yıllardır yaradılış kodlarına bağlı yürüyüşünün her göze görünmez devamlılığı kaleyi ayakta tutuyor. Kendisini milliyetçi sayanların bile bölücü-ayırıcı-ayrıştırıcı roller üstlendiği bir devirde bu millet şuurunu fark etmek bana önemli geliyor. O maya Bu memleketin farklı görüntüler altında bir ve bütün olduğunu yaşadıklarımız gösteriyor. Dün de böyleydi, bugün de böyledir. En çok yer etmiş zannedilen Alevilik-Sünnîlik ayrışması bile artık manasını kaybetmek üzere. Mezheplerin hayatımızda karşılığı kalmadı diyemesek de can çekişiyor. Din sultasının ve siyasetin kendi tekliğini korumak için başvurduğu ötekileştirmenin bize yaşattığı ağır maliyeti üzerimizden atmaya yakınız. Mesele Alevîlik ise, nereye bakacağımız gayet açık: Konargöçer Türk, Müslümanlığı alırken kendi değerlerini devam ettirmek ister. Arab'ın Fars'ın yaşama kültürünü din diye almak istemez. Bunu kendi hayatına inanışın şaşmaz şuuruyla yapar diyemem; fakat ondan daha kuvvetli bir tabii durumla yaşar. Yüzyıllar içinde şekillenmiş iç dünyası, yaşama düzeni ve en önemlisi yüksek ahlâkıyla böyle hareket eder. Bu muazzam maşeri şuura dikkatinizi çekmek isterim. "Din çok, din yok!" Yakınlarda birkaç dostumla sohbet ediyorduk. Son yıllarda her mecliste söz ister istemez dine geliyor. Diyanet'in ve uygulayıcı cami adamlarının anlattığı Arap Cahiliye Devri yaşama şekilleri üzerinden aldığımız, anladığımız düzenlemeler konuşuldu. Türkiye'nin bugününde dinden görünenlerin şeytanı kıskandıran sahteliklerinden örnekler anlatıldı. Bir daha anlaşıldı ki, İnşallah maşallah diyeni düpedüz aldatıcı-dolandırıcı-düzenbaz olarak algılayacağımız günlere geldik. Sultan Alparslan'ın "Biz temiz MüslümanlarızBid'at nedir bilmeyiz" dediği hatırlatıldı. Burada, sonradan gelme demek olan bid'at'ten kasıt, olsa olsa Arapların bize din diye sunulan adetleri, gelenek-görenekleridir. Bunlar Türklere uymuyordu. Peygamberin içinden çıktığı Arapları gücendirmemek için açıkça konuşmuyoruz ama konuşmalıyız: Türk hayatında bunların bazıları apaçık sapkınlıktı. Kadını değersiz saymak, kadın erkek ilişkileri, aile ve sosyal hayat etrafında şekillenenler özellikle böyledir. İlk Müslüman Türkler, kendi hayatlarını yaşadılar. Dini nasıl algıladığımızı anlamak için ilk Kur'an tercümelerine, dini metinlere ve o devir hayatına bakmak önemlidir. Ben anladığımı söyleyeceğim.